Kibir Hastalığı
Kibir, genellikle “kişinin kendisinde mevcut olmayan bir üstünlüğü, kemâlâtı, varmış gibi göstererek kendisini başkalarından üstün tutmaya çabalaması” şeklinde tanımlanır.
Kur’an’da insanın kibirlenmesi şiddetle kınanmıştır. İnsanın kemâlâtı; olgunlaşması yolunda önüne çıkan ahlâkî engellerden biri, hatta en tehlikelisi kibirdir.
Kibir, her ne kadar insanın iç dünyasında meydana gelen bir problem gibi görülebilse de, modern psikolojinin de kabul ederek üzerinde vurgulu şekilde durduğu, bazı kereler yıkıcı, acımasız bir karakter hali şeklinde tezahür edebilmektedir.
Modern psikolojide kişilik bozukluğu olarak görülen kibirlilik haline sahip kişi, tevazudan uzaktır, kendini mükemmel kişilik olarak görür, bu sebeple de her türlü eleştiriye kapalıdır. Sürekli sahip olduğunu düşündüğü yeteneklerini ve başarılarını abartan, hasetçilik ve gururluluk halleri ile bütünleşen kibirli kişi, sürekli başarı, güç, güzellik, zekâ vb. ile ilgili fanteziler kurarak, insanların dikkatlerinin ve beğenisinin kendi üzerinde olmasını arzu eder.
Toplumsal, manevi, ahlâkî ve kültürel dünyamızda, kibir şeytani bir vasıf olarak görülür ve şiddetle nefret edilir. Kişiler, kibirle anılmak istemezler. Kibirlilik, toplumda, kendisinden nefret edilen, uzak durulan, lanetli bir haldir. Kibir, kalpleri ve kalpten kalbe kurulan gönül köprülerini yıkan, tahrip eden bir insan halidir.
Kibrin karşıtı, tevâzu’ ve alçak gönüllülüktür. Mevlana, tevâzu’ ve mahviyette toprak gibi ol!” der. Mevlana’ya göre, “Bahar mevsiminde bir taş yeşerir mi? Toprak gibi mütevâzi ol ki senden renk renk güller ve çiçekler yetişsin!”.
Tevâzu’, sahibini iyilikte, fazîlette zirveye çıkarır, insanın ahlâkına kıvam verir. Mütevâzi insan, cömerttir, merhametlidir, diğer insanlara yukarıdan bakmaz, onların hali ile hallenir, sıkıntılarını paylaşır, onlarla güçlü manevi gönül köprüleri kurar. İnsanlar, tevâzu’ sahibi kişileri gönülden severlerken, kibirli kişilerden nefret ederler. Toplumda en çok nefret edilen kişilerden bir kısmı da, kibirlerini, tevâzu’ sahibi görünerek gizleyen kişilerdir.
AK Partinin en belirgin kurucu değerlerinin başında tevâzu’; alçak gönüllülük gelmekte idi. Partili yöneticiler, halkla gönülden samimi kucaklaşmalar yaparlardı. Kibir, gurur, tenezzül etmeme gibi tevâzu’ ve alçak gönüllülükle bağdaşmayan marazî haller AK Parti kapısından içeri giremezdi. Bu hasletlerle sahici bir şekilde bütünleşen AK Parti, uzunca süre halkın büyük ekseriyetinin gönlünde taht kurarak, sarsılmaz gönül köprüleri inşa ederek, güçlü taban desteği ile hem seçimden seçime başarılara imza attı, hem de ülkemize ve milletimize çok büyük hizmetler, kalıcı, büyük eserler kazandırdı.
Güç, maalesef çoğu insanlarda kibir, gurur, enaniyet, bencillik, vd. kötü alışkanlıkların insanlara arız olmasına sebep olabilmektedir. Güçlenen, kavak gibi başı yukarılara doğru uzayan insanlar, tevâzu’dan uzaklaştıkça, bu kişiler partili ise ait oldukları partili yöneticilerde geniş halk tabanından kopmalar yaşanmaya başlar.
Partiler, sadece üyeleri ile değil, parti iktidarının atadığı bürokratlar ve onların tavırları ile de bütünleşirler. Her bir bürokratın olumlu ya da olumsuz tavrı, bu tavra muhatap olan toplumsal kesimler tarafından iktidar partisine mal edilir; onun tavrı olarak değerlendirilir.
Güç yoğunlaşmasının yaşandığı AK Parti’de, 22 yıllık iktidar süresince ülke yönetimine hükmetmek, sürekli kazanmak, bazı partili yöneticilerle üst düzey bürokratlarda, kibir, gurur vb. halktan uzaklaşmaya, halka yukarıdan bakmaya sebep olan haller tezahür etti.
Bu mevzu ile alakalı Gazeteci Ergun Yıldırım’ın tespitlerine yer vermek istiyorum:
“Muhafazakâr sosyoloji, Ak Parti ile ciddi imkânlara sahip elitler ortaya çıkardı. … Kurucu ruhunda adalet, refah, İslâmiyet’le uzlaşan devlet, dini özgürlükler, gayri Müslim hakları, demokrasi gibi ilkeler var. Bu ilkeler ile bunu temsil eden elitler arasında tutarsızlıklar artmaya başladı. İbn Haldun'un lüksleşme ve konforla gelen dejenerasyon diyor buna. Elitizm, ‘kibir’, şımarıklık buradan doğar. Bunlar siyasal elitleri onu yukarıya taşıyan sosyolojiden koparır” (İrtifa Kaybının Kökenleri, Star Gazetesi, 03.04.2024).
Kibrin bürokraside insanlara yönelik tahrip edici bazı tezahür şekillerini test etmek maksadıyla, çoğu kişilere şunu soruyorum:
“Neden, hak mahrumiyetlerini belediye başkanına, valiye, ilgili daire başkanına, genel müdüre, müdüre, partili yöneticilere vd. giderek anlatmıyorsun?
Bu soru karşısında aldığım cevaplar genellikle şu şekilde olmaktadır:
“Ulaşamıyorum, bir şekilde ulaşsam da muhatap alınmıyorum, ilgilenmiyorlar, tamam yapacağız deyip gönderiyorlar, ama hiçbir şey yapmıyorlar, bizleri hakîr, aşağı görüyorlar”.
Bunlar, AK Parti’nin, kurucu değerlerinden uzaklaşarak halktan kopması demektir. Bu siyasî bir marazî haldir. Bu hal devem ettiği takdirde, AK Parti erimeye devam edecektir.
Nitekim Sayın Erdoğan, bu mevzu ile alakalı şu vurgulu belirlemeyi yapmıştır:
“‘Kibir hastalığı’na maruz kaldık. Buradan başlayarak; il, ilçe, belde teşkilatlarına, belediye başkanlarımıza, milletvekillerimize, hatta bürokrasiye uzanan bir sıkıntıyla karşı karşıyayız. Oysa milletin sinesinden doğmuş bir siyasi partinin en büyük düşmanı vatandaşla arasına duvarlar örmesidir. Hangi konumda olursa olsun bu partide hiç kimsenin ‘layüsel’ olmadığını milletimize göstereceğiz”.
Keçiören’li bir seçmenin tepkisine yer vereceğim: “(AK Partililer) kibirliler. Kibir nedir biliyor musunuz? ‘Sen benden değilsin, sen aşağılıksın” diyorlar. “Algı bu şekilde”.
Kanaatimce en temel ve AK Parti camiasında kabulü en zor teşhis bu olsa gerek. AK Parti, bu marazî hal ortadan kaldırılmayarak, kuruluş misyonundan uzaklaştığı ölçüde, hem iktidardan düşer, hem de devamında ANAP benzeri bir âkıbetle karşılaşabilir. Bu çok temel bir konudur. Bu konunun ihmal edilmesi, AK Parti’nin sonunu getirir. AK Parti’nin varlığını ve iktidarını istikrarlı ve kalıcı bir şekilde sürdürebilmesi, bünyesinde tezahür eden kibirlilik halinin mevcudiyetini kabullenerek, bunu kökten izale edecek ıslahata yönelmesine bağlıdır.
AK Parti İktidarı Döneminde Menfaat Şebekelerinin İhya Edildiği İddiaları
Genellikle bütün siyasi iktidarlar döneminde, partili yöneticilerle bürokratlar hakkında en yaygın yapılan ithamlar, bunların haksız menfaat ilişkileri içine girdikleri, daha önceleri mali yönden zayıf oldukları halde, belli makamlara geldikten sonra, haksız yollarla çok büyük servetlere kavuştukları yönünde iddialar ortaya atılır.
Peki, bütün bu iddialar mutlak ve kesin olarak doğru mudur?
Muhtemelen doğru olanlar vardır. Ama bu yöndeki iddiaların tamamının doğru olduğunu söyleyebilmek mümkün değildir. Ayrıca bu ilişkilerin çoğu hileli, hülleli, karşılıklı rıza temelli “al gülüm ver gülüm” tarzında karşılıklı kazanç temelli olduğu için, bunların ispatı da zordur. Bunların çoğu, idari ya da adli soruşturmalara da konu olmamaktadır. Bütün bunların kapsamı ne kadardır; iddiaların ne kadarı asılsız, ne kadarı doğrudur, ne kadarı iftira, karalama, ne kadarı gerçek bilgiyi yansıtmaktadır? Bunların peşin olarak bilinebilmesi pek mümkün değildir. Bu vesileyle, bu yöndeki iddialara sürekli ihtiyatla yaklaşırım.
Meramımı daha iyi anlatmak için, bir hatıra paylaşmak isterim. Şu anda her ikisi de vefat eden iki kişiden birisinin diğeri hakkında benzer iddiaları olur. Haksız menfaat sağlama ithamına muhatap olan kişi eski bir belde belediye başkanıdır. Aslında belediye başkanlığı yapan ve hacca da gitmiş olan bu kişiye, …hoca diye de hitap edilmektedir. İthamlar genel olarak şu şekildedir: “filan ilde oteli var, filan şehirde onlarca dairesi var, başkan olduktan sonra saray yavrusu bir ev yaptırdı, satın aldığı arazilerin miktarı bile bilinmiyor vs”.
Yıllar sonra, bu iki kişi aynı siyasi partide buluştular ve Ankara’ya bir iş için beraber geldiler. İşlerini hallettikten sonra, bu iki kişiden birisi ile karşılaştım; bana dediği şu oldu:
“Hocam, biz eski belediye başkanı …hocanın günahını almışız. Ankara’ya beraber geldiğimiz bu kişinin üzerindeki takım elbise en az on yıllıktı. Hakkında söylediklerimiz doğru olsaydı, bu kişi Ankara’ya bu kıyafetle gelmezdi”.
Şimdi, muhtemelen siyasilerle ve bürokratlarla alakalı söylenen haksız kazanç iddialarının birçoğu bu mahiyettedir. Bu sebeple, hukuki yollarla ispatlanmayan, kesinleşmiş mahkeme kararı ile tespit edilmeyen hiçbir iddianın doğruluğuna inanmam. Bu vesileyle de bu tür itham ve suçlamalardan sürekli uzak durdum. Masumiyet karinesi de bunu gerektirir.
Fakat her ne kadar gerçeklik bu yönde ise de, insanların ağızları kapatılamıyor. Ağzı olan konuşuyor.
Bir gün birisi bana dedi ki, “filan siyasetçinin siyasi yollardan elde ettiği haksız kazanç miktarı yüz milyar dolar”.
Ona dedim ki, bu söylediğine vicdanen inanıyor musun; bunun mümkinatı var mıdır?
O da dedi ki, “filan haber sitesinde böyle yazıyor”.
Ben de dedim ki, “sen basit birisi değilsin; Prof. düzeyinde bir akademisyensin, her okuduğunun doğru olduğuna inanman, senin bu akademisyenlik kimliğinle bağdaşmıyor. Hem bu bilgiler yanlışsa, ahirette bunun hesabını nasıl vereceksin”?
Maalesef, bütün bu söylenenler, doğru olmasa da, söylemler çoğaldıkça, güçlü algılar oluşuyor. Burada söylenenlerin doğru olup olmadığından ziyade, meydana getirdiği algılar, toplumda etkili oluyor. Unutmayalım ki, siyasete yön veren en etkili unsurlar, bir iddia ve söylemin doğru ya da yanlış olması değil, bu söylemlerin meydana getirdiği “algı”lardır.
Bir de, özellikle her türlü medya araçları genellikle kamplaşmacı şekilde muhtelif gruplara bölündükleri, bu konuda bir ayrışma oluştuğu için, bir tarafın ortaya attığı yalan ve iftiraların, haksız karalayıcı sözlerin aksi, karşı medya cenahında yer almadığı, hatta mahkemelerde ispatlansa da, diğer medya kesimi bunu gündeme getirmedikleri için, takipçilerinin bu bilgilere ulaşmaları da söz konusu olamamaktadır.
Bir gün bir konuda bir kişi belli bir siyasi ile alakalı iftira içerikli bir iddia ortaya attı. Sonra bunun asılsız olduğu sabit oldu ve bu durum belli bir kesim medyada gündeme geldi. Diğer medya grubu bunu dile getirmediği için, bu medya gurubunu takip eden kişi ile aynı konuyu konuştuk. Bu kişi kendi medya grubunda yazılanları bana anlattı. Ben de kendisine bunun böyle olmadığının anlaşıldığını kendisine söyleyince, haberim yoktur, okumadım dedi. Farklı medya gruplarını takip edenler, diğer medya araçlarını takip etmeyince, çoğu yalan yanlış bilgi ve haberlerin doğru olduğu konusunda kesin inanç sahibi olmaktadırlar.
Medyadaki bu kamplaşmacı yapı ve kamplaşmacı okuyucu kitlelerinin söz konusu olmasına bağlı olarak, bir medya grubunda dillendirilen çoğu asılsız iddiaların doğru olduğu yönünde, o iddia mutlak ispatlanmış gibi algılar oluşmaktadır. Bu algılar, siyasetle ilgilenen kişilerin eğilimlerinde belirleyici olmaktadır.
Bütün bu genel belirlemelerden sonra meseleyi AK parti özelinde değerlendireceğim.
Bence ciddiye alınması icap eden ve diğer etkenlerle birlikte tepki kartopunu besleyici mahiyette olan bir etken de, AK Parti teşkilatlarında, belediyelerinde, bürokraside, parti yönetiminde menfaat şebekelerinin yuvalandıkları, bunların, partiyi, teşkilatları, belediyeleri, bürokrasiyi esir aldıkları yönünde çok yaygın söylem ve algıların mevcut olmasıdır.
Bu mevzu ile alakalı çarpıcı bir açıklamaya daha yer vereceğim; o da şudur:
“AK Parti teşkilatları ve belediyelerle ilişkili olan, bu çevrelerle ilişki içinde olan bazı çevreler, kesimler, kişiler de benzer söylemleri dile getiriyorlar”.
Ben bu yöndeki tespitleri, kendim yüzde yüz doğru olduğuna inanarak söylemiyorum. Muhtemelen kısmen doğruluk payı olabilir. Esasen hemen hemen bütün siyasi iktidarlar döneminde benzer ilişkilerin yaşandığı bir vakadır. Bu sadece AK Parti iktidarı ile sınırlı bir tespit değildir. Burada vurgulamak istediğim; bu yöndeki iddiaların, çok ciddi ve AK Partiye ağır zararlar verebilecek düzeylerde algılara sebep olduğunu belirtmek isterim. Burada önemli olan bu tür ilişkilerin mevcut olup olmadığı, az ya da çok olduğu değil, bu yöndeki şaibelerin olduğuna yönelik güçlü algıların mevcut olmasıdır. Bu algılar güçlendiği ölçüde, AK Parti iktidarının gerileme süreci, diğer etkenlerle bütünlük içinde hızlanacaktır.
Keçiören’de bir seçmen niçin CHP’ye oy verdiğini şu cümlelerle ifade etmektedir:
“(CHP’li başkanlar) Dürüsttürler, en azından işçisine, memuruna sahip çıkıyorlar, iyi çalışıyorlar, çalıp çırpmıyorlar, bunun için CHP’li başkanları beğeniyorum”.
Bu, bir algıdır. Bu algı sebebiyle, seçmenler suçlanamaz. Yapılması gerekenler, farklı algıların oluşmasını sağlamaktır. Olguların doğru ya da yanlış olmasının bir önemi yoktur. Seçimlerde genellikle oy eğilimleri, doğru olan olgularla değil algılarla şekillenmektedir.
Unutmayalım, bir partide bir hastalık varsa, her şeyden önce bunun teşhisi ve sonra da tedavi edilmesi gerekir. Teşhis olmadan tedavi olmaz. Şayet, bir hastalık yoksa, yapılması gereken, bu hastalığın olmadığı konusunda geniş kesimlerin ikna edilmesidir. Şayet bir hastalık varsa, önce bunun bütün boyutları ve ciddiyet derecesi ile isabetli olarak teşhisi, sonra da tedavisi gerekir. Aksi halde, gemi su almaya devam eder.
Tekrar söylüyorum, ben doğruluğunu bilmediğim hiçbir soyut iddiaya inanmam. Ama herkes de Adnan Küçük değildir. Bu tür iddiaların doğruluğuna inanacak o kadar çok kişi var ki, bunlar bu iddialardan etkilenmekte, algıları bu iddialarla şekillenmektedir. Bu vesileyle bu algıların yıkılması ya da en azından mümkün mertebe zayıflatılması, azaltılması AK Parti’nin geleceği açısından son derece önem arz etmektedir. Bunun nasıl olacağını belirlemek işi bu partinin yöneticilerinden en alttaki üyelerine, gönül verenlerine aittir.
Bir hususu daha belirtmek isterim. Bu yöndeki iddialar, sadece AK Parti’ye yönelik değildir. Geçmiş yıllarda iktidara gelen, CHP, ANAP, Doğruyol Partisi, vd. partiler hakkında da benzer iddialar yapılmıştır. Hatta şu anda, CHP’li belediye başkanlıkları, partili yöneticiler hakkında da benzer iddialar söz konusudur. Bu vesileyle, bu iddiaların muhatabı sadece AK Parti değildir. Fakat AK Parti’nin isminde yer alan “ADALET” kelimesi ve bu partinin kurucu ilkeleri bu iddialarla uyumlu olmadığı için, bu algılar AK Partiye zarar vermektedir.