Tek şansımız kıyamet!
Masumluk ve çocukluk arasındaki paralel ilişkinin bile zedelendiği bir yüzyılın içinden geçiyoruz.
Masumluğu aptallık, iyi niyeti zafiyet olarak gören yeni nesillere, eski kuşaklarında ayak uydurmasıyla hayat giderek daha fazla zorlanıyor.
Meta fetişizmin ve yabancılaşmanın her gün yeniden üretildiği bir dünya’ya eski bayramları anlatsak ne olur, anlatmasak ne olur?
İhtiyaçlar, arzu, düş ve gerçeklerin birbirine karıştığı bir gezegeni selamlamak bile çoğu zaman içimizden gelmiyor.
Dünya, geçmiş yüzyıllardan daha kapsamlı bir dönüşüme şahitlik yapıyor.
Eskiden de kafamız karışıktı ama hiç değilse çalışırdı.
Akıllı olmakla kurnaz olmak arasındaki fark, kutsandığından bu yana gezegenimizin tadı tuzu kalmadı.
Başka bir gezegen bulunursa, oraya da zenginler gideceğine göre, dirimiz de ölümüzde yine bu gezegende kalacak.
Her baharda ertelenen vuslatlarımızı sabır kumaşıyla örsek de, takatimiz bir yere kadar.
İnsan, kıyamet artık kopsun istiyor.
Eskidende her şey eskiydi ama eskiyecek kadar zamanı olurdu.
Eskiden ne güzel cahildik.
Her şeyi bilen insanları tanımamak ne güzeldi.
Kömür sobasında kızarmış ekmek kadar lezzetliydi hayat.
Kar yağardı şehrin üstüne.
Soba borularından gelirdi sıcak.
Kalleşliğin bile bir raconu vardı.
İnsan, artık kıyamet kopsun istiyor.
Evli evine, köylü köyüne gitsin diye…
*Bu yazı Talat Atilla'nın Güneş Gazetesi'ndeki köşesinden alınmıştır...