Kalleş değildi çocukluğumuz!
Her şeyimiz fena halde değişince, bayramların değişmez ritüelinin, “Nerede o eski bayramlar” muhabbeti olması kaçınılmazdı.
Annemiz evimizin bir parçasıydı, her daim evdeydi.
Her şey hormonsuzdu.
Yemeği kokusundan, insanı bakışından bilirdik.
Sokakta oynamak diye bir kavram vardı.
Körebe oynarken kör, yakan top oynarken, yanardık.
AVM ya da alış veriş merkezi nedir bilmezdik.
Ya aşağı, ya da yukarı mahallede buluşurduk sevgiliyle.
Daha olmadı, parkta…
Ekmek arası diye Anne icadı bir yemek çeşidimiz vardı.
Arasına taze fasulye, bazen de sana yağın üstüne toz şeker ekerdik.
Sini sini baklavalar gelirdi arife günü.
Ayakkabılarımız, eskimeyi bilirdi.
Kendimizden bile sakladığımız platonik aşklarımız vardı.
Kesişme diye bir göz dilimiz vardı.
Bulursak, kesişirdik…
Kalleş değildik.
Silah, sopa bilmezdik.
Göğüs göğüse vuruşurduk.
El öpmeyi bilirdik.
Tamam, harçlık almayı severdik ama yaşlıların mihnetle bakan gözlerine tavdık.
Açık hava sinemalarını gören bir nesil olduk.
Sokakta horoz şekeri, macun, pamuk şekeri satılırdı.
Mahalle bakkalımızda, Arap sakızı da, tipi tip de bulunurdu.
Çatapatlar, mantar, maytap, torpillerler patlatırdık mahallenin ortasında.
İyi çocuklardık vesselam.
Komşumuzu tanırdık.
Kör Mehmet amcadan, Elmas teyzeye, Cici bakkaldan sümüklü Süloya kadar Türk filmlerine taş çıkartan karakterlerimiz vardı.
Yağmurda ıslanmaz, karanlıkta bile top oynardık.
Mahallemizin sarhoşları bile nazikti.
Küfürlerinde bile edep vardı.
Büyüdük.
Gökyüzüne çekildi hatıralarımız, yalnız kaldık yeryüzünde.
Her yer gurbet oldu sanki.
Belki yor yordam bilmezdik ama…
Kalleş değildi çocukluğumuz…
*Bu yazı Talat Atilla'nın Güneş gazetesindeki köşesinden alınmıştır...