Geçen hafta Kıbrıs’taki güzel günlerimden söz etmiştim..
İstanbul’a döndüm ama, aklım hala orada desem, yalan olmaz..
Onun için bu yazımda da Kıbrıs günlerimi konu yapacağım..
Besim Tibuk’un Merit otelinin lüksünden, rahatlığından, her şeyinin bolluğundan söz edeceğimi sanmayın.. Konum, benim için her şeyden daha değerli olan o oteldeki hayvan sevgisi olacak..
Beni tanıyanlar bilirler.. İsrafı hiç sevmem.. Self servislerde, tabağıma yiyeceğim kadar koyar, hepsini yiyip bitirmeye çalışırım.. Tabağımda bir parça ekmek kırıntısı, bir lokma yemek artığı bile bırakmamaya çalışırım..
İlk gün orada yemek ve kahvaltımda buna özen gösterdim tabii.. Sonra yeğenim Cem Toker, eşim Serpil’le beni otel civarında dolaştırdı, bahçeleri, çevredeki havuzları, arıtma sularını, arıtılanların bahçelerde kullanıldığını, tertemiz olarak denize akışını, havuzların, akaklarını, ağaçların, çatıların çeşit çeşit hayvanlara yuva oluşunu gösterdi.. Çiçekler arasında yavrularını gezdirip besleyen tavuskuşlarını.. Çatılarda uçuşan güvercinleri, şahinleri.. Göletlerde yüzen su kamlumbağalarını.. Üzerinde zebra espinoza yazılı kırmızı gagalı kuşları.. tek tek izledim. Zıplayan kurbağalara baktım.. Hangi birini anlatayım bilmem ki..
En iyisi esas temas etmek istediğim noktaya geleyim.. Bu hayvancıklar arasında gezeleyip, ağaçlar, çiçekler arasında dolaşırken bir de ne göreyim?..
Ağacın altındaki koca sinilerin içleri, ekmek, et kırıntıları, yiyecek artıkları ile dopdolu.. Bütün bunlar otelin lokantasında müşterilerin kendi tabaklarına doldurup yedikleri, yiyemediklerini ise masada bıraktıkları artıklarmış.. Bu otellerde hiçbir şey atılmaz, bahçelerdeki bu hayvanlara nevale yapılırmış.. İşte bunun belgesi: Her masada yer alan resimli yazı: YAŞAMI PAYLAŞIYORUZ.. Barınaklardaki tüylü dostlarımız artan yemekleri bekliyor.. Lütfen tabaklarınıza kürdan atmayınız..
Bunu öğrenince “Helal sana Besimciğim!” diye mırıldanmışım.. Ve o dakikadan sonraki günlerdeki ben de yemek ve kahvaltı tabaklarıma rahat rahat istediklerimi koydum.. Çocukluğumdan beri içimde yaşattığım “Yiyemezsem, çöpe atarlar, günahı bana olur!” kuşkumdan, korkumdan uzaklaştım.. Rahat rahat yedim, içtim, otelin en alt katındaki kumar masalarına ben de gittim.. Hanımın adeta kendine mekan yaptığı o masalardaki makinalarda ben de poker falan oynadım..
Oteldeki bu neşeli hayatımızın üçüncü günü akşamı, ben odamdaki masada, karşımdaki denize bakarak bilgisayarımda oyun oynarken, birden bire karşımda kimi göreyim? Kızım Mine.. Bizim 50. Evlilik yıldönümümüzü kutlama vesilesi ile İzmir’den yanımıza gelmiş.. Hanım, onun geleceğini benden gizlemiş, aşağıda onu karşılayıp bana getirmiş.. Sürpriz yapmışlar.. Kızımla sarılıp, öpüştük..
Son iki günümüzü üçümüz birlikte yaşadık.. Genellikle Cem’in de bize katılması ile dörtlü olduk.. O gece, yeğenim Cem Toker bizi otelin 6. katındaki balık restorana götürdü. 50. Yıl pastamızı kestik, balıklarımızı yiyip rakılarımızı içtik. Canlı yayında şarkı söyleyen bayanı dinledik, ona eşlik ettik..
Anlayacağınız, çok güzel dört gün yaşadık Kıbrıs’ta.. Çevreye kasaba ve köylere gittik.. Burada trafik solda.. Bütün otolarda direksiyon sağda..
Nihayet hesabımızı ödeyip, yavru vatandan çok güzel anılarla ayrıldık. Kıbrıs’a doyamamıştık ama, İstanbul’da dayı oğlum Erdoğan Özman’ın oğlu Emre’nin Pazar geceki düğününe davetli olduğumuz için erken döndük..
Giderken bizi yeni hava alanına götüren, dönüşte de gece vakti Sabiha Gökçenden bizi alıp evimize getiren oğlumuz Serhat Toker sağolsun..