Ve nihayetinde ahlaklı olmanın fazileti herkes tarafından kabul görse de hangi ahlak tanımına göre ahlaklı olacağımız mevzusu koca bir muammaya dönüştü.
Bu muamma, ortalığı birbirlerini ahlaksızlıkla suçlayan ahlaksızlarla doldurdu.
Dahi filozof Kant ahlakı her türlü görecelilikten çıkartan, basit ama şaşmaz bir dürüstlük testi de içeren bir şekilde tanımlar:
Temel bir yasa olmasını isteyeceğin bir ilkeye göre davran.
Basit bir dille anlatırsak… Kant diyor ki; Sen hırsızlık yapıyorsan ve hırsızlığın genel bir yasa olmasını istiyorsan, yani birilerinin de senin malını çalmasında bir sorun görmüyorsan, kendi içinde ahlaklısın. Ama sen hırsızlık yaparken başkalarının senin herhangi bir şeyini çalmasına karşıysan, ahlaksızsın.
Ya da; birisine tecavüz ediyorsun. Eğer sana tecavüz edilmesine karşı değilsen, yani tecavüzün genel bir yasa olması senin için sorun değilse, kendi içinde ahlaklısın.
Anlaşılması açısından bu iğrenç iki örneği verdik. Bu mantığı aklınıza gelen her şeye uygulayabilirsiniz.
Bu ahlak anlayışı; aslında ilkesel tutarlılığa işaret eder. İşte en çok ihtiyacımız olan ama belki de çölde su gibi bulmakta zorlandığımız o temel insani haslet.
GÜLŞEN, EBUBEKİR SİFİL VS.
Bu peşrev faslı; aslında bizi içine soktukları dünyanın en saçma sapan gündemine neden balıklama dalabildiğimizi anlamak için bir altlık aslında.
Meşhur iletişim bilimci John Keane siyasetin tanımını şöyle yapar:
Siyaset, insanları en çok ilgilendirmesi gereken konuların dışında tutma sanatıdır.
Bakın neler oluyor?
Türkiye; tarihinin en büyük ekonomik buhranını yaşıyor. İnsanlar, bitmiş alım güçleri ile neden kısıp neyi ikame edecekleri konusunda doktora tezi yazacak kıvamda yaşıyor. Gelecekle ilgili belirsizlik, hiç olmadığı düzeyde. Tünelin ucunda gözleri kör edercesine büyük bir ışık var ve bu ışığın tünelin ucundaki ışık değil, hızla üzerimize gelmekte olan trenin farları olduğunu herkes biliyor. Umut yok, beklentiler sıfırlanmış, bırakın sosyal barışı, insanlar kendilerinden bile nefret eder hale gelmiş. Dünyanın en mutsuz ülkesi sıralamasında başa güreşiyoruz.
Ve gündemimize bakın: Gülşen denen bir popçu imam hatiplilere sapık demiş, Ebubekir Sifil denen bir hoca da namaz kılmayanlar öldürülebilir demiş.
O taraf Gülşen tutuklansın diye kampanyalar başlattı, Gülşen tutuklandı, bu tarafta madem Gülşen tutuklandı neden Sifil tutuklanmıyor diye kendi kampanyalarını son hız sürdürüyor.
Gülşen’in tutuklanmasına “Ama ifade özgürlüğü…” diye karşı çıkanlar Sifil’e sıra geldiğinde ilkesel tutarlılıktan çakılırken aynı şekilde Sifil’in ifade özgürlüğü için kalkan olanların da Gülşen’in ifadelerinden dolayı linçleyen grup olduğunu görüyoruz.
İşte her iki tarafın da iliklerine kadar işleyen bu “ilkesel tutarsızlıkları” bu en mutsuz, en umutsuz, her geçen gün fakirleşen, sadece diğer insanlardan değil kendinden de de her geçen gün nefret eden insanların “neden böyle” demek yerine bu saçmalıklar etrafında birleştiriyor.
Ve bu tablonun yaratıcıları da zevkten dört köşe, insanları ilgilenmeleri gereken konuların dışında tutma becerileri ile siyaset sanatı tarihine anıtlarını diktirebiliyor.
ÇÖZÜM BASİT AMA ASLA OLMAYACAK
Oysa çözüm basit: Temel bir yasa olmasını isteyeceğimiz bir ilkeye göre davranmak. Sen ve senin gibi düşünenler düşüncelerini özgürce ifade edecekse, düşüncelerin özgürce ifade edilmesi temel bir yasa olacak. Ve o temel yasaya ses çıkarmayacaksın. Yani ahlaklı olacaksın.
Ama bu hiç olmayacak. Çünkü sen; birey değilsin. Beyninle düşünüp, vicdanınla karar vermiyorsun. O ya da bu cephenin bir askerisin ve cephedeki askerlerin beyni ile düşünüp vicdanları ile hareket etme lülksü yoktur. Emir gelir, emredersiniz demeye bile vaktiniz yoktur. Direkt ateş edersin.
Aslında, mermilerin hedefi direkt sensindir. Ama fark etmezsin. Uyuşmuş beynin o kurşun sıcaklığını uzuvlarına aktarana kadar her şey için çok geç olacak.