Ey Hayat!
Mümkün olsa da, ilköğretim kurumlarına, ‘tahammül ve kibir” dersi koysak.
Bu dersin, günlük yaşantımıza, Matematik ya da coğrafyadan daha kuşatıcı bir katkısı olacağına inanıyorum.
En zor da, bu dersten geçerdi çocuklar.
Babaları tahammülsüz ve kibirli çünkü…
Doğrusu tahammül öğrenilir bir şey mi bilmiyorum ama, tahammülsüzlüğün genetik olduğundan şüpheliyim.
Kendimizi o kadar çok önemsiyoruz ki, kendimize benzetemediklerimizi, bir türlü sevemiyoruz.
Kendisi yoksa, dünyanın dönmeyeceğinden emin, milyonlarca insanın dolaştığı bir gezegende mutlu olmak giderek zorlaşıyor.
Şeytan, bir kez kibirlendi; sonsuza kadar lanetlendi.
Her gün sayısız kez kibire bulaşmaktan korkmuyor muyuz?
Kendini önemsemek, kendini sevmekle eş anlamlı gibi gözükse de, aralarında Cennet&Cehennem kadar fark var.
Kendini aşırı önemsemenin, sevgisizlikle akraba olduğunu düşünüyorum.
Bir gün, hatta her an bedeni yeryüzünden çekilecek bir canlının; yeri yaracak, göğü delecek gibi kibirle dolaşması, size de, fena halde trajikomik gelmiyor mu?
Kainatta, milyonlarca canlı türü varken, insan oğlundan başka bu komik halinin farkına varmayan başka bir canlı var mı?
90 yaşındaki insanın bile, 100 yıllık hedefleri var.
İnsan, ölüme inanmayan bir canlı.
Ölümü hep başkalarının malı zanneden, kafasını kuma gömdüğünde, avcının kendini görmeyeceğini sanan bir varlık.
Tam da bu yüzden savaşlar var.
Tam da bu yüzden kibir orduları var.
Kaç yaşındasınız?
20… 40… 50… 60…
Size, “Hayat, hızlı mı geçti?” desem, “Göz açıp kapayana kadar” dersiniz.
Öyle ise, bundan sonraki ömrünüzde aynı hızda geçecektir.
Kanıtı, “Şimdiye kadar hızla geçti” dediğiniz zamandır.
Ölüm, ölmüyor.
Hatta; ölüm, hayattan daha diri.
Ölümü öldüremiyorsak, onu düşünmek, ona göre yaşamak zorundayız.
Günlerin ağır, yılların çabuk geçtiğini, geçen zamana rağmen hala görmüyorsak, problemimiz var demektir.
Bugün ölmediysek, değişebiliriz.
Bugün ölmediysek, başarabiliriz.
Son söz, Benjamin Franklin’in;
“Hayatın en büyük trajedisi çok çabuk yaşlanmamız, ama çok geç akıllanmamızdır. ..”
*Bu yazı Talat Atilla'nın Güneş gazetesi'ndeki köşesinden alınmıştır...