Osmanlı padişahı 2. Abdülhamid’in miras davasında mahkeme, 11 Ekim'deki duruşmada şu ana kadar tespitli yaklaşık 100 hissedarın paylarına ne kadar hisse düşeceğinin bilirkişi vasıtasıyla hesaplanmasını istemişti. Mahkeme, dosyaya sunulan bazı mirasçılık belgelerinin sahte olup olmadığının tespiti içinse savcılığa suç duyurusunda bulundu.
Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü arşivinde saklanan belgelere göre Abdülhamid’in yurt içi ve yurt dışında 7 bin 756 taşınmaz tapu kaydı bulunuyor. Abdülhamid’in sadece Türkiye’de ise 2 bin 369 tapu kaydı bulunuyor. Abdülhamid’in Türkiye’deki tapulu arazisi bir milyon 256 bin 947 dekar olduğu belirtiliyor. Bu tapulu arazinin 391 bin 573 dekarı devlete, 8 bin 627 dekarı da şahıslar adına geçtiği Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü arşiv kayıtlarında yer alıyor.
Davanın açılmasından sonra mirasçı sayısı 250’ye kadar çıktı. Ancak en son Abdülhamid’le akrabalık derecelerine göre yapılan incelemede bu sayı 100’e kadar düştü. Avukatların elinde ise dev mirasla ilgili sadece İstanbul’da Galatasaray Adası, Bakırköy’de 70 dönüm arazi, Beykoz ve Kartal’da 30’ar dönümlük arazi, Kağıthane’de 20 dönüm arazi, Veliefendi Çayırı, Dolmabahçe’de 30 dönüm bostan, Nişantaşı’nda iki konak, Şişli, Çatalca, Çekmece ve Geyve’de çok sayıda çiftlik, Galata’da değirmen arsası, Kabataş Meydanı, Horhor’da konak ve 5 dönüm arsası, Beşiktaş Serencebey’de 2 dönüm bağ ile yurdun çeşitli illerinde çiftlik ve arazilerden oluşan uzunca bir liste bulunduğu iddia ediliyor.
Habertürk yazarı Murat Bardakçı ise "Hükümdârın vârisleri bundan yedi sene önce veraset ilâmı çıkartmak için mahkemeye müracaat etmişler, tahminlerden fazla vârisin görünmesi üzerine mahkeme uzamış, nihayet yüz civarında vâris belirlenip bu kişilerin mirastaki hisselerini bilirkişilerin hesaplamasına karar verilmiş, Cumhuriyet Savcılığı da sahte vârislerden haberdar edilmiş. Bu karar vâris oldukları belirlenenlerin büyükdedelerinin mallarını alacak olmaları mânâsına gelmez, sadece o kişilerin Sultan Abdülhamid’in mirasında hak sahibi olduklarını gösterir ve her gayrımenkul talebi için ayrı ayrı dâvâ açılması gerekir..." diye yazdı.
Bardakçı mirasın öyküsünü de özetle şöyle yazdı:
Osmanlı Maliyesi’nde “Hazine-i Hassa”, yani “padişaha ait hazine” denen, hükümdar ile hanedan mensuplarının aylıkları ve hanedanın sahip olduğu bazı gayrımenkullerin idaresi ile meşgul olan ayrı bir birim vardı.
Hazine-i Hassa, şehzadeliği senelerinde mal edinmeye ve tasarrufa meraklı olduğu bilinen Abdülhamid’in 1876’da tahta geçmesinin ardından şekil değiştirmeye başladı. “Emlâk-i Şahâne” denen ve tek bir kişiye değil, hanedana ait olan gayrımenkullerin çoğu Hazine-i Hassa’ya devredildi ve tapuları Sultan Abdülhamid’in adına çıkartıldı. Agop, Ohannes ve Mihail Portakal Paşalar’ın Hazine-i Hassa’nın başında oldukları senelerde imparatorluğun hemen her köşesindeki sahipsiz araziler, çiftlikler ve gelir getiren daha birçok yer fermanlarla bu özel hazinenin mülkiyetine geçirildi ve bir kısmının tapuları da yine Sultan Abdülhamid’in adına çıkartıldı.
Müzayedelerde bugün Sultan Abdülhamid’in adına çıkartılmış tapulara sık sık rastlanmasının sebebi, işte bu gayrımenkul zenginliği idi.
1908’de İkinci Meşrutiyet’in ilânı ile beraber Sultan Abdülhamid’in adına kaydedilen bu özel hazinenin de tahtı sallanmaya başladı. Gayrımenkuller son senelerde fena idare edildikleri için hazinenin dünya kadar borcu birikmişti ve hükümdar, 11 Eylül 1908’de mallarından bir kısmını Osmanlı Bankası’ndan alınacak yeni bir borca karşılık Maliye’ye devretti.
Sultan Abdülhamid’in tahttan indirilmesinin ardından yerine geçen kardeşi Sultan Reşad daha ileri bir adım attı ve ağabeyi Abdülhamid’in adına tapulanmış ne kadar mülk ve imtiyaz varsa tamamını o günlerde daha da artmış olan borçları ödemesi karşılığında 1909 Nisan’ında Maliye’ye verdi ve ödemenin ne şekilde olacağı hakkında da ayrı bir kanun çıkartıldı.
Ama, daha sonra tahta geçen Sultan Vahideddin, Maliye’ye devredilmiş olan bütün mülkleri 8 Ocak 1920’de Hazine-i Hassa’ya iade etti! Ancak, bu iade Sultan Abdülhamid’in o sırada hayatta olmaması sebebi ile gayrımenkullerin vârislerine intikal etmesi demek değildi; Hazine-i Hassa, Abdülhamid öncesinde olduğu gibi “tâcın malı” şeklinde görülüyor, yani mülkler hanedanın ortak malı oluyordu.
İade kararı, bunu tasdik etmesi gereken Meclis’in o günlerde kapalı olması sebebi ile hukuken kesinlik kazanamadı ve “Abdülhamid’in efsanevî mirası” söylentisi ile vârislerin bu mirastan hisse alma çabaları o günlerde başladı...
Ama bir husus hep gözardı edildi: Abdülhamid’in bazı gayrımenkulleri borçların ödenmesi için Maliye’ye devretmesi “Hükümdarın halka jesti”, Sultan Reşad’ın yaptığı devirler ise, “31 Mart sonrasında tahtından indirilen Abdülhamid’e karşı bir düşmanlık” olarak değerlendirildi.
Bütün bu gayrımenkul devirlerinin ardından Cumhuriyet ilân edildi ve 3 Mart 1924’te hilâfeti kaldıran 431 sayılı kanun ile de padişahların malları “millete ait” oldular, yani devletleştirildiler.
Hanedan mensuplarının şahsî malları ise bu kanunun dışında kaldı; hattâ Yargıtay, uzun seneler sonra padişahların da tahta geçmeden önce satın aldıkları gayrımenkullerin mülkiyetinin mirasçılarına ait olduğuna karar verdi.
Osmanlı ailesi sürgünde bulunduğu sırada, geçmişte Osmanlı İmparatorluğu’na ait topraklarda kurulan devletlerde hemen tamamını kaybedecekleri arazi dâvâları açarken, benzer dâvâlar 1933’ten itibaren Türkiye’de de açıldı: Abdülhamid’in İstanbul’da kalan ama sıkıntı içerisinde yaşayan iki hanımı, geçmişte hükümdarın üzerine kayıtlı olan bazı malları talep ettiler, açtıkları dâvâları kazandılar ve Yargıtay da kararı tasdik etti!
Sonraki senelerde, vaktiyle Sultan Abdülhamid’in yakınlarından olduğu söylenen Sami Günzberg adında bir dişçi ortaya çıktı, vârislerden aldığı vekâletlerle yeni dâvâlar açtı ve o dâvâlar da kazanıldı!
Bütün bu gelişmeler üzerine Meclis devreye girdi, 2 Mayıs 1949’da padişahlar üzerine kayıtlı olan malların millete intikal ettiğine ve vârislere devredilemeyeceğine karar verdi; bu “yorum kararı”nın Resmî Gazete’de yayınlanmasının ardından mirastan hisse alma çabaları da uzun bir müddet için nihayet buldu.
Sultan Abdülhamid’in vârisleri, yani torun çocuklarından çoğunu tanımama ve bazılarının da dostum olmalarına rağmen, açıkça söyleyeceğim: “Efsanevî miras” meselesi uzun senelerdir süren ama artık hayâle dönmüş bir çabadır! Bu işle geçmişte sadece Türkiye’de değil, diğer memleketlerde de dünyanın önde gelen hukukçuları ve uluslararası hukuk âlimleri meşgul olmuşlar fakat bir neticeye varamamışlardır; zira hiçbir devlet aradan bu kadar uzun zaman geçtikten sonra “İşte, dedenizin malları! Hakkınızdır, buyrun alın” demez!